”Herkesin maskesini çıkarıp atmak zorunda kalacağı bir gece yarısı vaktinin geleceğini bilmiyor musun?’
Kierkegaard
O bilinen en eski masalda hep bir kalabalıktan bahsederler, onlar kalabalık der, ben ise sürü…
İşte orada; insanların birbirlerini yedikleri ve başka bir yol bilmedikleri söylenir…
Bir sarkacım var benim; kalbimle beynim arasında gidip gelir…
O durduğunda tavana bakarım sadece…
Sürüyü izlerim.
Göz göze geliriz.
Daha net görürüm o zaman birçok şeyi.
Şekilleri daha iyi çözümlerim.
Kırmızı büyük bir kurdele var orada.
Bu kurdele toplumsal olayların “onay” rengidir.
Akan suları bile durdurduğu varsayılır!
Bakire olmayan bir kadın bile, onu taktığında bekâretine geri dönebilir mesela.
Nişan töreninde kırmızı kurdeleyi orta yerinden kesen Ahmet Enişte tarafından her şey onaylanmış olur.
Legalizedir artık kurdelenin sundukları.
Herkeste bir kabul sevinci…
İşte bu masaldaki sürüde de, kırmızı kurdelenin her bir yerinden tutunarak, birbirlerini itekleyerek ilerler insan.
Sabah olunca hızlıca koşmaya başlarlar, biri kazara yavaşlarsa hep birlikte düşerler.
Düşene önce tekme atıp sonra kaldırırlar.
Aynı saatlerde uyanıp, farklı desenli kravatları takıp, stilettolarla fırlarlar evden, aynı gökyüzüne bakmazlar.
Hatta gökyüzüne dahi bakmazlar.
Gökyüzünden yağan bereketin peşindedirler, ben de o sisli bulutun arkasındaki sessizliğe ulaşma çabası içinde bulurum kendimi çoğunlukla.
Sürekli önüme çıkan, ayağıma takılan kırmızı kurdelelerle savaş hâlindeyimdir.
Mavi bir makasım var, kelebek kadar zarif.
İşin tuhafı ben de kurdeleyi kesmek isteyen taraftayım, ama sadece kaçmak için.
Sonuçta derdimiz hep o kırmızı kurdele.
Ne olur onu hep birlikte yok etsek?
Tam, mavi makasım kurdeleyi kesmeye isabet etmek üzereyken, birden herkesin sağdan soldan çekiştirerek kucak açmaya başladığını görürüm.
Kaçarım hemen oradan…
Aklıma ortaokul anılarım gelir. Otobüs geldiğinde, kapısının önünde bir çember oluşurdu. “Ben neresinden gireceğim şimdi bu çemberin içine, nasıl beceriyorlar üşüşerek bu otobüse binmeyi” derken , en sonuncularından biri olarak içine girmeyi başarmış bulurdum kendimi hep.
Benim için ciddi bir başarıydı o çemberden geçebilmek.
Bu sebeple 30 senedir, toplu taşımaya, zorunlu haller olmadıkça hiç binmem. Sonra alay konusu olurum çevremde, dostlarım bana aristokrat, ailem ise saraylı der (İyi arabaları da, onlara binmeyi de severim bu arada evet, araba yollarda iyi bir yoldaştır benim için… ) Birileri anlamaz beni çoğunlukla, ama ben de çocukken sağı solu iteleyerek otobüse binmekten, nasıl olur da incinmediklerini anlayamazdım!
Çocuk hâlimle öyle hissederdim.
Tuhaf işte.
Böyle birbirimizi anlayamamazlıklarımız var.
İncinmek güçsüzlük müdür, cesaret mi?
İncinmeyi göze alabilmek nedir?
Zayıflık belirtisi midir?
Yaşama fütursuzca kucak açabilmek midir yoksa?
Nedir?
Sonra başka şeyleri de anlayamazdım ben.
Hâlâ da anlayamam, “Milli Bayram”larda çocukken elimize bayrak verilirdi marşlar eşliğinde sallayalım diye.
Ben onu da beceremezdim. Ne oluyor şimdi böyle acaba, nasıl ortak olabilirim bu duyguya derdim. Büyük bir coşku, vatan sevgisi, ait olmak, toprak.
Bir çocuk bunlarla mı büyümeliydi bilmem ki…
Neden tesadüf olarak dünyaya geldiğim bir toprağı kutsal ilan etmeliydim?
Neden tesadüfen ait olduğum bir dini yüceltmeliydim?
Tüm bu duygular gelip giderken, çocukluk arkadaşlarım coşkuyla bayrak sallarlarken benim içimi hüzün kaplar ve bitsin bu acı diye kıvranırdım.
Tuhaf değil mi…
Sınırların ortadan kalkması gereken bir dünyada sınırlarla var olup, onlarla yargılar, onlarla coşar, onlarla acı çekeriz.
Sonra da; insan, eşitlik filan diye birtakım yalanlara tutunur, sadece kendi gücünü göstereceği şeylerin peşinden sürüklenir durur.
Yaşadığı yerin geleneğine sahip çıkmak, değerlerini korumak, sevgi duymak yeterliyken, “iyi yaşayalım, güzel geçelim bu dünyadan” hâline tutunmak varken, iştahlı bir adrenalin ile hiçbir şeyi anlamadan, toplu bir ayinin içerisindeymiş gibi, sürü ile coşmak, bir şeyler yapmak ne farklı şeyler…
Bu duyguların benzerlerini semt pazarlarında da hissederdim…
O kalabalığın içerisine daldığımda en net hatırladığım şey, sebze ve meyveler değil de, esnafın iç çamaşırları tezgahında çığırdığı ‘ikizlere takke” cümlesiydi.
Tezgahın üzerinde dağınık hâlde bir sürü iç çamaşırı ve iştahla onlara uzanan eller hatırlıyorum.
Birbirlerini iterek sutyenlere ulaşmaya çalışan kadın elleri. Bir türlü zamanın içerisinde hissedemediğim bu anlarda kendimi incinmiş bulurdum. Oysa anlaşılmaz olan nedir ki; Ayşe Hanımın daha fazla para verip nereden sutyen almasını bekliyordum?
Çocukluk düşlerim iyi ki olmuş ve beni bana yaklaştırmış.
Şu yaşıma geldim, o sevimsiz, tatsız- tutsuz market sebze ve meyvelerini, kalabalığa tercih ederim. Bazen insan, midesi ve kendisini hissettiği dünya arasında tercih yapmak zorunda kalıyor.
Bana emekliliği ve ölümü hatırlatan o iki tekerlekli ve kareli pazar arabalarından da nefret ettim…
O pazar arabasının bile şefkate ihtiyacı olduğunu düşünürdüm
Yavaş yavaş, ağır adımlarla yolda sürüklenen pazar arabası…
Herkes neticede kendinden sorumlu bu hayatta…
Bunlar da benim hissedişlerim…
İlk ihaneti, kalabalıktan çıkmaya karar verdiğimde, en parlak yıldızın altında dostlarımı beklerken tek bırakıldığımda görmüştüm. Sonra anladım ki, ben zaten o kalabalıkta hiç olmamışım…
Onlar sadece söylediklerime kafa sallamış, konfor zonundan çıktıklarında neye tutunacaklarını sormamışlar bile kendilerine.
Nereden bilebilirdim ki ben bunu…
Benim sarkacım ve kelebeğim varken dünya özgür ve sınırsızdı.
Ve ben nereden bilebilirdim ki senin; Ermeni, Rum, Kürt, Arnavut, Türk ve bayraktan aynı şeyi anlamadığımızı…
Ve ben nereden bilebilirdim; sevgilimle aynı suçu işlemeyi hayâl etmediğimizi…
Ben suçlu olduğuma inanırken, beraber suç işleyeceğim diğer yarımın peşindeyken, onun kendisini suçsuz sandığını nereden bilebilirdim…
Belki de o şimdi hâlen, sürü içerisinde Küba güzellemesi yapıp, üç yıldızlı Michelin restoranda Havana purosu üflüyordur kim bilir…
Aynı dünyanın çatısı altında yaşamayı beceremeyenler aynı evin çatısı altında yaşamaya çalışır.
İnsan işte…
Kelebek kadar zarif ömrüne sayısız katliamlar ekler.
Medeniyet bu noktaya gelene kadar ben sadece anlamaya çalıştım sanırım.
Başlangıcından geldiğim ana kadar anlama çabam sürdü.
Ancak anlama çabası bazen çok yorar ve sadece seyretmek istersin, oysa seyretmek en pasif eylemdir.
Söylemiştim püripak biri olmadığımı.
Seyredenlerin ahlâkı olmaz .
Yaşamın içerisine karışmayanların ahlâkını ciddiye almamalı ve bunu onlara sık sık hatırlatmalı!
Kendi içlerine dönenler için en iyi kurtarıcı yaratıyor olmaktır.
İşte o zaman en anlamlı eylem başlar.
Yoksa o siyaset insanının çevrelediği bir dünyadan sıyrılıp çıkabilmek ne zor iştir.
Kurt gelir, kuzular oyunu seçer.
Böyle olunca sadece vurmayı hedef alır insan.
Önce iğnelemelerle vurur, sonra küfrederek, hakaret ederek, öldürerek ve en son hamle de de kendisi ölerek…
Sarkacımı durdurduğumda, o siyaset insanını her zaman ağır çekimde izlerim.
Sesini de yok ederim tamamen. Sadece mimiklerine ve ağzını her açışında çıkan tükürüklerine takılır, bakar kalırım…
Bir hırsın, küçücük bir tükürükten fırlayışını hayretle izlerim.
Bunun idealizm olduğu söylenir çoğunlukla.
Oysa idealizm, bence ‘sıradan’ bir hayattır.
Kurt konuşur, kuzular dinler.
Kuzu itaat etmeyi seçer, başka bir yolu deneme cesareti hiç olmamıştır.
İtaat ederek var olmak her zaman daha kolaydır.
Maddeleri bellidir, sadece uymak gerekir.
Birileri senin yerine koymuştur nasılsa!
Sürüdeki o kurdu izlerken ve tükürükler öylece savrulurken, ” bu siyaset insanının karısı onunla gurur mu duyuyordur, yoksa keşke yanımda olsa da en romantik mum ışığında ellerini saçlarımda mı gezdirse” diyordur, kim bilir…
Hep merak ederim böyle şeyleri.
İnsan magazini sever neticede.
Hayat çok kolay ve anlaşılır aslında.
Anlaşılmayan şey o tükürük.
Her gün sayısız tartışmalar üzerine yorulan insan ruhunu ve zihnini, yıldızların altında oturmaya, havanın kokusunu hissetmeye davet ediyorum.
Demiş ya, Simone Well; bir yıldızın uzaklardaki parıltısı, denizdeki dalgaların çıkardığı ses, tan ağarırken ortaya çıkan sessizlik kaç kez insanların dikkatini çeker?
Dünyanın güzelliklerine dair kayıtsızlığın sonunda varacağımız yer, sıradan bir hayattır.
Sadece sıradan bir hayat…