“Zira bizler birer kabuk ve yaprağız yalnızca.
Herkesin kendi içinde taşıdığı büyük ölümse
Çevresinde her şeyin döndüğü meyvedir. “
— Rilke
[Das Stunden-Buch, 2. Auflage, Leipzig: 1907, s. 82]
Üç noktanın tamlığına ve sürüp giden hâline hiç alışamadım.
Dua etmek için sabahın en erken saatleri, Tanrı’nın en şefkat gösterdiği anlar gibi gelir bana.
Alacakaranlıkta yorganını kenara iteklemiş olan çocuğun üzerini de şefkatle örtüyor mudur acaba?
Bildiğim en anlaşılmaz şeyler en anlaşılmayı istediğim zamanlarda gerçekleşti hep.
Tanrı’ya inançsızlığımın bir cezası da bu mu acaba diyorum bazen.
“Getto”nun kendisi sahipsizken, kurnazlığın ortasına fırlatılmış o insan yığınının bir parçasıyım.
Ne zormuş basit bir yaşamı üstlenmek..
Kendime yer açtığım, arkama yaslandığım ilk anda dahi herkes bildikleriyle üzerime doğru yürüyor, üstelik bildiğimden emin olduğum her şeyi unutmak istediğim anlarda.
Uyumlanma üzerine mi kuruluyor yaşam?
Uyum sağlayanlar, kaleye mum dikenler…
Bir çocuk oyununda başlar tüm uyumlanmalar.
Uyumsuzluğunu tedavi etmeye kalkanların, uyumlu ve bereketli diye nitelendirdikleri varoluşlarına sen hiç dokunmazken üstelik.
Acayip!
Sahi neden o gözlerini kocaman açan -siyaset insanı- bir kadının saçlarını geceleri tarayıp okşamak varken, böyle bir saçmalığın içine düşmek ister ki…
Hayat neden kendi hâlinde yoğrulmaz…
Neden sürekli birileri el atar…
Ölümün gerçekliği karşısında “bu getto” hangi ideallerle neyin dersini vermeye çalışmaktadır?
Yaşamın kendisi her şeyken ve yeterliyken, Tanrı’ya günah çıkarıp ödevlerini yerine getiremediği için cennetteki arazisine kavuşamayacağının buhranını yaşayan jelibon gibi bir şey şu insan…
Hayatım boyunca iyi bir günahkâr oldum, zaten Tanrı’nın da bekası benim günahlarımla varlığını sürdürüyor, aslında sen de iyi biliyorsun bunu!
Çok kötü şeyler yaptığım gibi çok iyi şeyler de yaptım yaşamda.
-Yaşamımda- demiyorum yalnız, o bana ait değil.
Yaşam, yaşamdır.
Yaşamın içerisinde bir şeylere dokunuyorum geçerken, senin gibi.
Kendi varlığımı, olmam- olunması gereken insan idealine göre yaşama fikrine -pehh- diyorum, büyük yanılgı.
Bir ben varım, o da -ben- zaten.
Ayrıca araziler sadece cennette değil bu yaşamın içinde de çok işe yaramıyor.
Yerin genişliyor en fazla yatay ve dikey olarak.
Ruhunun enlemleri de boylamları da arazilere sığmıyor üstelik, unutma!
Ancak, bir bankla kurduğun düz ilişkide bir bakıyorsun, anlaşıldığın tek yer o bankın sana kucak açan gövdesi.
Yaşam, anlaşılmak için kimine Tanrı kimine bank bahşedermiş meğer…
Ter içinde uyandığım sabahlarda kalbime daha çok yaklaşıyorum, tuhaf ama öyle..
Kedim bile daha çok sokuluyor o zaman, o da uyum sağlamaya çalışıyor çaresizce…
Çaresizlikle başlıyor tüm uyum, teslim oluyorsun kendin dışındaki her şeye.
Uyum sağlanılan tek şey yaşamın kendisi ve süzülerek kaybolmak olmalı, ama hakikaten ne zor şeymiş bu.
Hele iz bırakmadan gitmeye gönül vermek daha da zor.
Varlığında sana dokunmayanlar, yokluğunda acı seremonisi yapar,
vicdanlarına yenik düşmemek, bildikleri yöntemlerin dışına çıkmamak
için, o da kısa bir süre.
Bir cenaze arkasından ikram edilen lahmacunu yiyebilenlerin “getto”su burası.
Bir lahmacunla anılacaksın, unutma!
Gel sen kendi kanunlarınla yaşa.
Sığamadan gidersin şuracıktan, bu da az iş değil bence.
Belki de bir yamacın tepesinde çiçek açmış olarak gülümsersin göçtüğünde.
Gönlüme kurulmaktan başka hiçbir sorumluluğum yok.
Az git öteye diyeceğim bir benden başkası da yok.
Ölümün çaresi ölmek, asıl yaşamaya çare bulmalı.
Ölüme hazır olduğunda yaşamaya da hazırsın.
Üç noktayı boş ver, iki nokta senin bahçen Arzu’cum..
Kurul ve tadını çıkar…